T.C. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi
Esas:
 2019/3002
Karar: 2020/36
Tarih: 08.01.2020

MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasındaki davadan dolayı … 7.Asliye Hukuk Mahkemesinden verilen 07.07.2015 gün ve 2011/811 Esas – 2015/240 Karar sayılı hükmün onanmasına ilişkin olan 14.01.2019 gün ve 2016/3360 Esas – 2019/64 Karar sayılı kararın düzeltilmesi süresinde davacı vekili tarafından istenilmiş olmakla, dosya incelendi gereği görüşülüp düşünüldü:

-KARAR-

Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.

Davacı, davalıdan aldığı 213.000-USD borcun teminatı olarak, … parsel sayılı taşınmazdaki ½ payını davalıya temlik ettiğini, borç ödendiğinde taşınmazın iade edileceği ödenmediği takdirde taşınmazdaki ½ payın satılarak borcun ödeneceğinin kararlaştırılmış olmasına rağmen davalının taşınmazın devrine ve satışına yanaşmadığını, sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerini ihlal ettiğini ileri sürerek tapu iptali ve tescile karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini savunmuş, yargılama sırasında ölümü üzerine mirasçıları davaya dahil edilmişlerdir.

Mahkemece, davalı …’ın mirasçıları olan ve davaya dahil edilen davalıların mirası reddettikleri ve kararın kesinleştiği, akitten doğan borcun yerine getirilmesinden artık davalıların sorumlu tutulamayacağı gerekçesiyle davanın reddine ilişkin olarak verilen kararın, Dairece; değişik gerekçe ile onanmasına karar verilmiş, ilama karşı davacı vekili tarafından süresinde karar düzeltme isteğinde bulunulmuştur.

Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; dava konusu … parsel sayılı taşınmazın geldisi olan … parsel sayılı taşınmazın 2116800/6773760 payı davacıya ait iken davacının payının tamamını 29.09.2000 tarih ve … yevmiyeli resmi akitle davalı …’a satış suretiyle devrettiği, anılan taşınmazın 21.05.2001 tarih ve … yevmiyeli işlem ile … ve … parsel sayılı taşınmazlara ifraz edildiği, çekişmeli … parsel sayılı taşınmazın diğer paydaşı dava dışı …’in payının tamamını 09.10.2001 tarrihinde davalıya satış suretiyle temlik ettiği, davacı ile davalı arasında 17.10.2001 tarihli inanç sözleşmesinin düzenlendiği anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK’nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK’nin 19. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.

Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.

Hükmün karar düzeltme aşamasında incelenmesi sırasında, davacının, çekişmeli … parsel sayılı taşınmazın geldisi olan … parsel sayılı taşınmazdaki paylarını inançlı işlem ile temlik ettiği anlaşıldığına göre, davacının dava açma hakkının(sıfatının) bulunduğu ortadadır.

Öte yandan, davalı …’un yargılama devam ederken 13.02.2015 tarihinde öldüğü, geriye mirasçı olarak eşi … ile çocukları …, … ve …’in kaldıkları, … 7.Sulh Hukuk Mahkemesinin 2015/195 Esas ve 2015/229 Karar sayılı ilamı ile tüm mirasçılarının mirası reddettiği kayden sabittir.

Bilindiği üzere; yasal ve atanmış mirasçılar mirasbırakanın ölümünü öğrendikleri tarihten itibaren 3 ay içinde mirası reddedebilirler. ( Türk Medeni Kanunu 605/1-606. madde). Türk Medeni Kanunu’nun 611. maddesi hükmü gereğince de, yasal mirasçılardan biri mirası reddederse onun payı, miras açıldığı zaman kendisi sağ değilmiş gibi hak sahiplerine geçer.

Hal böyle olunca, öncelikle davalı …’un mirasını reddeden mirasçıların mirasçısının bulunup bulunmadığının araştırılması, varsa bu kimselerin davacı tarafından davalı gösterilmesi sağlanarak yargılamaya devam olunması, mirasçı bulunmadığı takdirde ise, TMK’nın 640. maddesi uyarınca davalı …’un terekesine temsilci atandırılması için davacıya süre verilmesi ve atanacak temsilci aracılığı ile yargılamanın sürdürülmesi gerekirken, bu usûli eksiklikler giderilmeden yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması hatalı olduğundan yerel mahkeme kararının bozulmasına karar vermek gerekmiştir.

Anılan bu husus karar düzeltme isteği üzerine, yeniden yapılan inceleme sonucu anlaşıldığından, davacının bu yöne değinen ve yerinde görülen karar düzeltme isteğinin (6100 sayılı HMK’nun geçici 3. maddesi yollamasıyla) 1086 sayılı HUMK’nun 440. maddesi gereğince KABULÜNE, Dairenin 14.01.2019 gün ve 2016/3360 Esas 2019/64 Karar sayılı onama kararının ORTADAN KALDIRILMASINA, yerel mahkemenin 07.07.2015 tarih, 2011/811 Esas, 2015/240 Karar sayılı kararının yukarıda açıklanan nedenle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan harcın temyiz edene geri verilmesine, 08/01/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.